Ebrar">

çaldıran muharebesi

çaldıran muharebesi

    23 Ağustos sabahı, Türkiye'nin geleceğinde etkili olan büyük tarihî günlerden biri idi. Osmanlı Türkleri'nin her hangi bir başarısızlığı, en aşağı ihtimalle, Orta Anadolu'nun Safevîler'in eline geçmesi, en kötüsü, Şîî'leşip birliğin parçalanması neticesini verirdi.

   Osmanlı merkezinde Yavuz vardı. Maiyyetinde Vezîr-i âzam Hersek-zâde Ahmed Paşa, vezirler, Anadolu ve Rumeli kazaskerleri bulunuyordu. Sağ kanada Anadolu beylerbeyisi Sinan Paşa kumanda ediyordu; yanında kurmay başkanı olarak Karaman beylerbeyisi Zeynel Paşa vardı. Sol kanadın kumandanı Rumeli beylerbeyisi Hasan Paşa idi. –Safevî merkezinde sadrâzam (başbakan) Seyyid Abdülbâki bulunuyordu. Şâh, sağ kanadda idi. Sol kanada Diyâr-ı Bekr (Âmid) beylerbeyisi Ustaclu Mehmed Hân kumanda ediyordu. Hemen bütün Safevî beylerbeyileri (Irak = Bağdad, Horasan = Meşhed, Irâk-ı Acem = Hemedân, Fars = Şîrâz, Isfahan vs.), orduda tümen kumandanı idiler. Osmanlı ve Safevî Türkleri'nin fecir vakti karşı karşıya gelen orduları, yeryüzünün münakaşasız şekilde en kudretli askerî kuvvetlerini teşkil ediyorlardı. Başlarındaki başkumandanlar ise, asırlarının değil, bütün askerî tarihin en seçkin şahsiyetleri idi. Her iki ordunun da muhârip kısımları 100.000'er kişi idi. Her iki tarafta da asker, fevkalâde techiz edilmişti ve çok bakımlı idi. Teçhizat bakımından Osmanlılar daha zengin idiler. Fakat Safevî Türkmenleri, daha dinçtiler ve Tebrîz'den, yâni çok kısa bir mesâfeden gelmişlerdi. Osmanlı askeri gibi yorgun değildiler. Safevîler'in hafif ve ağır zırhlı süvârileri, esas kuvveti teşkil ediyordu ve zaferin bu atlı tümenlerle elde edileceği sanılıyordu. Fakat gerçek üstünlük Osmanlılar'da idi ve Şâh İsmâîl, münakaşa kabûl etmez askerlik dehâsına rağmen, bu üstünlüğü küçümsemek hafifliğinde bulunmuştu. Bu üstünlük, Osmanlı topçu birlikleri ve tüfekle teslîh edilmiş azablar (hafif piyâde) idi. Ağır piyâde tümeni olan 10.000 Yeniçeri, Yavuz'un etrafında, delinemez saflar teşkil etmişlerdi. Şâh İsmâîl'e göre top, bir kale silâhı idi; müstahkem mevkileri düşürmek için –Fâtih'in İstanbul muhasarasından sonra- artık başlıca Avrupa ve Asya devletlerinde klâsik silâh olarak kabûl edilmişti. Fakat meydan muhârebelerinde kesin netîce üzerine müessir olabileceği henüz Avrupa'da da, Asya'da da kabûl edilmemişti. Yalnız Osmanlılar, bu iddiada idiler. Fakat bu iddialarını henüz ispat etmiş değillerdi. Yalnız Otlukbeli'nde Osmanlı topçusunun rolü mühim olmuştu. Fakat dünya askerî çevreleri, Otlukbeli'ndeki Osmanlı zaferini top silâhının seyyar olarak kullanılmasına değil, Osmanlı askerinin teçhizat üstünlüğüne, talim, terbiye ve disiplin hususlarındaki fevkalâdeliğine bağlamışlardı. Hele henüz üstüste atış yapamıyan, kaba ve ağır tüfeklerin, piyâde elinde ciddî bir silâh olduğuna, serî kullanılmaya müsâit kılıçla boy ölçüşebileceğine inanılmıyordu. Halbuki II. Bâyezîd, tüfek ve seyyar topçuyu yeniden teşkilâtlandırmıştı. Top artık eskiden olduğu gibi sâbit yerlerden ateşlenen bir silâh değildi. İstendiği yere çevrilen seyyar bir harb vâsıtası idi.

   Çok şiddetli geçen ilk saatlerden sonra Osmanlı ordusu, hilâl şeklinde açıldı. Hafif toplar, Safevî atlılarını iyiden iyiye yıpratmıştı. Darmadağınık olan Safevî birlikleri, saflarını tamamen muhafaza eden Osmanlılar tarafından imhaya başlandı. Kahraman Safevî süvârisi, daha Osmanlılar'a yaklaşıp ok atımı mesâfesine gelemeden, azabların tüfek ve topçunun hafif top ateşi ile perişan oluyordu. Şâh İsmâîl'in, Osmanlı birliklerinin konuşu hakkında da hiçbir bilgisi yoktu, keşif yaptırmadan muhârebeyi kabûl etmişti. En zayıf sandığı noktalarda, dehşetli bir Osmanlı mukavemeti ile karşılaşmıştı.

   Nihayet muhârebenin son saatleri geldi. Safevî kuvvetleri perişan olmuştu. 15 senede bir düzine devleti haritadan silen genç Şâh, affetmez hasmının eline düşmemek için, kaçmağa karar verdi. Elinden ve ayağından iki yara almıştı. Osmanlı birliklerinin eline düşmesi an meselesi idi. Tam bu sırada Şâh'a benziyen ve onun kıyâfetine girmiş bulunan Hızır adında bir Safevî hassa subayı: "Şâh menem!" diye ortaya atıldı. Şâh'ı esir almakla vazifeli Osmanlı birlikleri bu adamın etrafını sarıp onu esir aldılar. Bu dakikada, vurulmuş olan atını değiştiren Şâh İsmâîl, bir gedikten fırladı ve Tebrîz'e kadar arkasına bakmadan at sürdü. Fakat Tebriz'de kaldığı ve burada mukavemete uğraştığı takdirde gene esir düşeceğini anladı. İran içerilerine çekildi. İran imparatorluk taht şehri, Osmanlı Türkleri'ne açıktı. Osmanlılar, hiçbir zaman, ne Yıldırım, ne Fâtih zamanında, bu kadar doğuya ilerliyememişlerdi. O zamana kadar "nâ-mağlûb" şöhretini muhâfaza eden Şâh İsmâîl, yalnız mağlûp değil, aynı zamanda perişan edilmişti. Hazinesi, tahtı, haremi, başkenti, Osmanlılar'ın elinde idi. İran, bu darbeden kalkınmak için tam 20 yıl harcadı ve artık Anadolu'yu tehdidi bahis mevzuu olmadı. Osmanlılar, yalnız Fırat-Toroslar hattının sâhibi olduklarını değil, bu hattın doğuya hinterlandının da mâliki olduklarını, bütün rakiplerine gösterdiler. Türkiye İmparatorluğu, Anadolu'nun birliğini kesin şekilde sağlamıştı. Artık tam 20 yıl, doğudan endişe edilmeksizin, güneyde ve Avrupa'da büyük işler görmek mümkindi.

   Çaldıran'da Safevîler'den "hân" denen 14 beylerbeyi (askerî umumî vali), Osmanlılar'dan ise 1 beylerbeyi (orgeneral) ve 9 sancakbeyi (tümgeneral), muhârebe meydanında kaldılar. Bu, vuruşmanın ne kadar şiddetli geçtiğini gösterir. Şehît Osmanlı beylerbeyi, Rumeli beylerbeyi olan Hasan Paşa idi. Muhârebeden sonra protokol bir derece yürütüldü. Anadolu beylerbeyisi Sinan Paşa, Rumeli beylerbeyisi, Karaman beylerbeyisi Zeynel Paşa, Anadolu beylerbeyisi, sancak beylerinden Ferhâd Bey, beylerbeyi oldu. Şehîd 9 sancak beyinin en mühimlerini, Sofya sancak beyi Malkoçoğlu Ali Bey, kardeşi Silistre sancakbeyi Malkoçoğlu Tur-Ali Bey (ki her ikisi de pek mâruf akıncı kumandanları idiler) teşkil ediyordu. Safevî ordusundan ölenlerin en mühimleri şunlardı: Sadrâzam (yani İran imparatorluk başbakanı) Abdülbâkî Bey, Kazasker Seyyid Haydar, Irâk-ı Arab (Bağdad) beylerbeyi ve Şâh'ın kayınpederi Hulefâ Bey, Diyâr-ı Bekr beylerbeyi Ustaclı Mehmed Hân, Horasan (Meşhed) umumî valisi Lala Bey, Irâk-ı Acem (Hemedân) beylerbeyi Tekeli Yegân Bey, Dâmgan beylerbeyi Sultân-Ali Bey. Bunlardan Abdülbâki Bey İranlı, diğerlerinin hepsi Osmanlılar gibi Oğuz Türkü (Türkmen) idiler.

   Şâh İsmâîl'in ordugâhında bulunan hazine de ele geçti. Emsalsiz mücevherler, bu hazînede bulunuyordu (bunların bir kısmı şimdi Topkapı Sarayı'nın Hazine salonlarında teşhir edilmektedir). Şâh'ın imparatorluk otağı, bütün eşyası ile bırakılmıştı. Şâh İsmâîl'in tahtı da ganimetler arasında idi. Ancak şimdi Topkapı Sarayı Hazinesi'nde teşhir edilen "Şâh İsmâîl'in Tahtı" diye mâruf taht, Şâh İsmâîl'in değildir. Hindistan Timuroğulları'nındır. Nâdir Şâh, Delhi'ye girdiği zaman ele geçirmiş, XVIII. asır ortalarında Osmanlılar'ın eline geçmiştir. Bu tahtın değeri, ancak pek muazzam bir imparatorluğa ait olabileceğini göstermektedir. 1910'da Avrupalı antika ve mücevher mütehassısları, bu tahta akıl almaz bir değer biçmişlerdir.

  • Gösterim: 2237