Ebrar">

vak’a-i hayriye

Vaka i Hayriye 15 Haziran 1826

   Sultan Mahmud, Kapıkulu Ocakları’nı ortadan kaldırmak için tam 17 yıl bekledi. Yunan İhtilâli ile başa çıkamayan bir askerin, her an yeniden patlaması muhtemel bir Rus savaşında ne yapabileceği, artık yalnız padişahı değil, bütün devlet erkânını ve bizzat Yeniçeri generallerini düşündürür oldu.

Bir zamanlar Tanrı’nın emrinden hemen sonra geldiğine inanılan padişah irâdesi yoluyla bu işi halletmek kaabil değildi. En menfaatli şartlarla ilga edilse bile, Yeniçeri Ocağı böyle bir irâdeyi tanımıyacağını, birçok defalar, devletin pek ağır zararları bahasına göstermişti. İşe, gene III. Selim gibi modern bir ordunun nüvesini hazırlamakla başlamak îcâb ediyordu. III. Selim, tahttan indirildikten sonra, o zaman velîahd-şehzâde olan ve oğlu gibi sevip yetiştirdiği Sultan Mahmûd’a, devletin geleceğinin bu noktada düğümlenip kaldığını iyice telkin etmişti. II. Mahmud, Yunan ihtilâlinin İbrahim Paşa tarafından söndürülmesinden hemen sonra, yeni bir ordunun teşkiline karar verdi. III. Selim’in bütün hatalarından ders aldığı için, bütün kilit noktalarına, hattâ

Yeniçeri generalliklerine, bu fikrini yalnız zâhiren değil, içten inanarak destekliyen şahsiyetleri getirdi. Bu iş, burada yazıldığı kadar basit, kolay ve çabuk olmadı. Her an tetikte olan ve kendi hallerini padişah derecesinde bilen Yeniçeriler’i ürkütmemek için, çok dolambaçlı yolları dolaşmak îcâb etti. Nihâyet 25 Mayıs 1825’te “Eşkinci Ocağı” diye modern bir askerî ocağın teşkili resmen ilân edildi. Modern ordu, ilk safhada 7.650 askerin silâh altına alınıp Avrupa tarzı tâlim ettirilmesiyle başlıyacaktı. Efrat, Yeniçeri ortalarından (taburlarından) bu işe gönüllü olanlar seçilerek sağlanacaktı. Bu son tedbir, ne derecede ihtiyatlı hareket edildiğini gösterir. Burada şunu belirtmek lâzımdır ki, bu Yeniçeri kalabalığı artık devşirme değildi. Son devşirme yazılmasının üzerinden bir asırdan fazla bir zaman geçtiği gibi, ondan önce de pek uzun müddet devşirme yazılmamıştı.

Şeyhulislâm Tâhir Efendi, yeni ocağın kurulması lüzumuna dâir ünlü fetvâsını verdi. 11 Haziran’da yeni askere Avrupa tarzında üniforma giydirildikten sonra, talime başladı. Bütün kapıkulu generalleri, bilhassa Yeniçeri Ağası Celâleddin Ağa, Sultan Mahmud’un en itimad ettiği adamlardan seçilmişti ve hepsi, herhangi bir ayaklanmada alacakları tedbirleri planlamışlardı. Boğaz’ın Anadolu kıyıları muhâfızı müstakbel sadrâzam İzzet Mehmed Paşa ile Rumeli kıyıları muhâfızı ve Yeniçeriler’in amansız düşmanı Ağa Hüseyin Paşa, Anadolu’dan topladıkları askerle, bir ayaklanmaya her an müdahale edecek ve şehre inecek şekilde bekliyorlardı. Ancak ihtilâl, bizzat pâdişâhın bile düşündüğünden çok önce patladı. Nizâm-ı Cedîd’e yıllarca sabredebilen Yeniçeriler, yeni askerin talime başlamasından 3 gün sonra 14 Haziran akşamı ayaklandılar. Parçalanmaktan zor kurtulan Osmanlı târihinin son Yeniçeri Ağası Celâleddin Ağa, Sultan Mahmûd’a durumu bildirdi.

Türkiye tarihinin sayılı günlerinden olan 15 Haziran 1826 sabahı Yeniçeriler, meşhur kazanlarını Atmeydanı’na çıkararak “isterük!” veya “istemezük!” şeklindeki uğursuz nümayişlerine başladılar. Sadrâzam Benderli Selim Paşa, Ağa Hüseyin ve İzzet Paşalara, askerleriyle şehre inmeleri emrini verdi. Sultan Mahmud, Sancak-ı Şerîf’in Sultanahmed Meydanı’na dikilmesini ve vatanını seven her İstanbullu’nun sancak altında toplanmasını irâde etti. İnkılâpçı Şeyhulislâm Tâhir Efendi, yanına kazaskerleri, ileri gelen Ulemâ’yı, yüksek medrese talebesinden 3.500’ünü alıp, Sancak-ı Şerîf altına geldi ve halka ateşli nutuklar vermeye, devletin bugün ya batacağını, ya çıkacağını anlatmaya başladı. Ulemâ’yı elde etmedikleri takdirde hiçbir ihtilâlde başarı göstermiyen Yeniçeriler, bu defa kesin şekilde başarısızlığa uğrıyacaklardı.

Bütün İstanbullular, Yeniçeriler’e diş biliyorlardı. Bu ocağın şehirde irtikâp etmediği edepsizlik kalmamıştı. Osmanlı tarihinde asla vuku bulmıyan bir şey olarak, kadınların bile sokağa dökülüp nümayişlere katıldıkları görüldü. Yeniçeri Ocağı dışındaki bütün ocaklar, padişaha sadakatlerini bildirdiler. Tophane’de bataryalar çıkarılıp, Yeniçeri kışlalarının bulunduğu Aksaray, Etmeydanı’na götürülmeye başlandı. Topçu yüzbaşısı Karacehennem İbrahim Ağa, kışlaları bombardıman etmeye girişti. Dârendeli İzzet Paşa ile Ağa Hüseyin Paşa, arkalarında, edinebildikleri silâhlarla kendilerini tâkip eden tahmini imkânsız sayıda bir halk kalabalığıyla, iki taraftan Etmeydanı’na girdiler. Kışla kapıları yıkıldı. Topuğundan kurşunla yaralanmasına aldırmayan Karacehennem İbrahim Ağa, ilk defa olarak kışladan içeri girdi. Şimdiye kadar Yeniçeriler’in müsaadesi olmadan, cebren kışlalarına girmek, hiçbir fânînin haddi değildi. Tophane imamı Hâcı Hâfız Ahmed Efendi, askerin başında ilerliyor, teşci ediyordu.

Akşama doğru artık yeryüzünde Yeniçeri Ocağı diye bir şey kalmamıştı. 6.000 Yeniçeri öldürülmüştü. Ertesi günden itibaren de, şuraya, buraya sinen 20.000’den fazla Yeniçeri veya o iddiada bulunan kabadayı tevkif edilerek, uzak yerlere sürgüne gönderildi. Ocağın ilga edildiği, Yeniçeri bulunan bütün şehir ve kalelere bildirildi. Bütün Yeniçerilik alâmetleri, ve bu arada maalesef muhteşem Mehter-Hâne-i Hâkaanî ile Yeniçeri Ocağı arşivi ortadan kaldırıldı. Yeniçeriler’in mensub oldukları Bektâşî dergâhları kapatıldı. Mukavemet edenler tamamen yok edildi.

Yeniçeri Ocağı’nın ilgası, bütün Avrupa’da derin akisler yaptı. Gazeteler bu haberi, manşette verdiler. Kitaplar ve risaleler yayınlandı. İstanbul’daki elçiler, hükümdarları nâmına Sultan Mahmud’a tebriklerini sundular. 465 yıllık ocak tarihe karıştı ve “Asâkir-i Mansûre-i Muhammedîye” adıyla modern Türk ordusu kurulmaya başlandı. Ağa Hüseyin Paşa, modern ordunun yetiştirilmesiyle görevlendirildi. Bâyezîd’de şimdi Üniversite Merkez Binası’nın yerinde bulunan Eski Saray, seraskerlik (savunma bakanlığı) merkezi yapıldı ve Ağa Hüseyin Paşa, ilk serasker sıfatiyle Bâb-ı Seraskerî’ye yerleşti. Süleymâniye’deki Yeniçeri Ağa Sarayı, Meşîhat’e verildi.

Bu sûretle Sultan Mahmud’un, 17 yıl, 10 ay, 18 gün süren birinci saltanat devresi kapandı. 13 yıl, 1 ay, 16 gün sürecek olan ikinci saltanat devresi başladı. Bu tarihte padişah, 41 yaşındaydı. İkinci saltanat devresi, birincisinden de çetin olmakla berâber, 18 yıl iyice pişen Sultan Mahmud, Avrupa tarihlerinde kendisine “Büyük” unvanını kazandıran şahsiyetini, asıl bu devrede gösterecektir. “Vak’a-i Hayriye” diye anılan Yeniçeri ve diğer Kapıkulu Ocakları’nın ilgası, Türkiye tarihinin büyük dönüm noktalarından biri, hattâ modern devrin gerçek başlangıcıdır. 1839 Tanzimat’ı, hattâ Cumhuriyet, Vak’a-i Hayriye’nin bir neticesi şeklinde telâkki edilebilir. Türkiye’de Batı medeniyeti, bu tarihle başlar. Doğu medeniyetinde en üstün seviyeye çıkan Türkler, Batı medeniyetinde neler yapabileceklerini, Vak’a-i Hayriye’den bu yana tecrübe etmektedirler. Târihî oluşum daha tamamlanmadığı için, bu husustaki kesin hükmü, bir kaç kuşak sonraki tarihçiler verecektir.

Şimdi Vak’a-i Hayriye’ye, o günlerin atmosferine girerek, biraz daha yakından göz atalım:

14 Haziran 1826 gecesi Yeniçeri zorbaları birer, ikişer Atmeydanı’nda toplanmaya başladılar. Gece yarısına doğru, binlercesi bir araya gelmişti. İstanbullular gene korkulu anlar yaşayacak, evlerine kapanacaklardı. Bu, belki Osmanlı tarihinin yüzüncü “kazan kaldırması” idi. Güneş doğar doğmaz, asker geçinen bir sürü haydut, “isterük!” yahut “istemezük!” nâralarıyle yeri, göğü inletecek, muhârebe meydanlarında kaçmaktan başka işe yaramadıklarını, kaldırım kabadayılıkları ile telâfiye girişeceklerdi. Gene ne olmuştu? Hükûmet, devlete ve millete yararlı ne gibi bir teşebbüste bulunmuştu ki Ocak ayaklanmıştı?

Yeniçeri ağası Celâleddin Ağa, parçalanmaktan zor kurtulup Sultan Mahmûd’un huzûruna can attı:

- Ocak kazan kaldırdı Şevketlû Hünkârım, dedi; Atmeydanı’nda tecemmû ederler!

15 Haziran sabahı gün ışırken padişah harekete geçti. Tatlı bir yaz günüydü. Boğaz da ne kadar lâtif ve sâkindi! Beşiktaş Saray-ı Hümâyûnu’ndan saltanat kayığına binen hâkan, Topkapı Sarayı’na çıktı. Sadrâzam Benderli Selim Paşa’ya, bütün devlet erkânını Topkapı Sarayı’nda toplaması için daha geceden haber salmıştı. Sadrâzam, ilk iş olarak, Ağa Hüseyin ve İzzet Mehmed Paşalar’a, askerleriyle şehre inmeleri emrini verdi.

Devlet erkânı, sarayın Senet Odası’nda hükümdarı bekliyorlardı. Kapıda padişahı görünce ayağa fırlayıp el kavuşturdular. Sultan Mahmûd’un belindeki kılıcı fark edince heyecanlandılar. Osmanlı hâkanı, sert bir çehreyle devlet adamlarını selâmladı ve hemen söze başladı:

- Cülûsumdan beri kıl kadar kanun ve şeriat ve an’anaden ayrılmadım. Esâsen böyle hareket etmek, benim vâcibe-i zimmetimdir. Bana Cenâb-ı Hakkın emâneti olan milletimi ve teb’amı sıyânet zımmında ne kadar gayret eylediğim cümlemin mâlûmudur. On sekiz senelik saltanatımda Yeniçeriler, bilirsiniz, defalarca ısyân ve tûyân etti. Eşkıyalıklarına tahammül gösterdimse, kan dökülmesinden çekindiğim içindi. Kapıkulları’na bu kadar ihsan ettim ve müsamaha gösterdim. Bu defa, ihsanlarıma müstağrak olan Ocak, yeni askerin yazılmasına rıza gösterdiği halde, gene ayaklandı. Devletin bakaası için şart olan yeni orduya karşı harekete geçti.Yemîninden döndü. Efendiler, söyleyin! Bu ısyân, “hurûc ales-sultân” değil midir? Meşrû hükümdarlarına karşı ihtilâl eden bu tâifeye ne yapmak gerektir? Bu hâinlerin te’dîbi emrinde şimdi artık göze alamayacağım tedbir yoktur. Kıtâlden de, katl-i âmdan da çekinmem. Efendiler, ne dersiniz?

Paşalar, efendiler, ağalardan ses çıkmadı. Ulemâ zümresinden bir, iki zat, ihtiyatla hareket tavsiye edince, müderrislerden Abdurrahman Efendi fena halde kızdı; hiddetinden ağzı köpürerek:

- Bu devletin devâm ve bekaası takdîr-i İlâhî ise, ısyân eden habîsleri vurur, mahvederiz, dedi; değilse, biz de bu devletle berâber gideriz. Daha ne olmak ihtimali kaldı?

Heyecandan, elindeki tesbihi masanın üzerine şiddetle vurarak sözlerini bitirdi. Tesbih koptu. Kehribar tâneleri mermer zemin üzerine dağıldı. Herkes rikkate gelmişti. Ağlayanlar vardı. Sultan Mahmûd’un da gözleri yaşarmıştı:

- Arkamdan gelin, Hırka-i Şerîf Dâiresi’ne gidelim! dedi.

Orada kendi elleriyle Hazret-i Peygamber’in bayrağını çıkardı. Sadrâzam, şeyhulislâma:

- İşte Sancak-ı Şerîf! dedi; Sultanahmet Meydanı’na dikilsin ve vatanını seven her İstanbullu, altında toplansın!

Öyle yapıldı. İnkılâpçı Şeyhulislâm Tâhir Efendi, yanına kazaskerleri, ileri gelen ulemâyı, yüksek medrese talebesinden üç bin beş yüzünü aldı; Sancak-ı Şerîf altına geldi. Meydanda toplanan mahşerî kalabalığa:

- Ey Cemâat-i Müslimîn, diye hitaba başladı; devletin ya batıp, ya çıkacağı gün bugündür! Şevketmeâb Efendimiz’e can borcu olanlar için gayret göstermek zamanıdır. Bu eşkıya yatağı ocağa boyun mu eğelim, haklarından mı gelelim? Muhâbere meydanında âr-ı firârı eyleyip devletin yüzlerce yıllık şeref ve haysiyyetini, azamet ve îtibârını yele veren bu zorbaların harâc almak, hâne basmak, kaldırımlarda cinayet işlemekten başka sebeb-i vücutları kalmamıştır!

Şimdiye kadar Yeniçeri isyanları, ulemâ da kendileriyle birlik olursa netice vermiş, olmazsa ezilmişti. Bu defa da âkıbetleri belli olmuştu.

Bütün İstanbullular, Yeniçeriler’e diş biliyorlardı. Ocağın dünyanın en kalabalık beldesi olan bu şehirde irtikâp etmediği edepsizlik kalmamıştı. Artık halk da konuşacaktı.

Nitekim, kadınların sokağa dökülüp nümayişe katıldıkları görüldü. Böyle bir hâdisenin Osmanlı tarihinde benzeri yoktu. Yeniçeri Ocağı ve Cebeci Ocağı dışındaki bütün ocaklar, padişaha sadakatlerini arz ettiler.

Millet, bu eşkıya ocağından kurtulduğu için sevinç içindeydi. Devrin büyük şâiri İzzet Molla, şu güzel kıt’ayı olaya târih düşürdü (Meydân-ı Lahm = Et Meydanı, Aksaray Meydanı, bâğî = haydut, eşkıyâ):

Tecemmû eyledî Meydân-ı Lahm’e

Edip Küfrân-ı nîmet nîce bâğî

Koyup kaldırmadan, îkîde birde

“Kazan devrildi, söndürdû ocâğı”


Kaynak:
2.Sultan Mahmut - Yılmaz Öztuna

 

  • Gösterim: 2528