Özgür Kuko">

her balata olacağına varır

 her balata olacağına varır

takımlarımı çekince adam oluvermiştim, sahi ya ben öyle bir adamım işte, öyle de adamım, harika bir takımlı adam.

 WhatsApp Image 2020 12 27 at 3.10.34 PM

takımlarımı çekince adam oluvermiştim, sahi ya ben öyle bir adamım işte, öyle de adamım, harika bir takımlı adam. kuzulardan, pardon, basamaklardan hızlı hızlı iniyorum. erhan'ın kuzusuna, pardon, arabasına biniyorum. nah şu işaret parmağımı tükürüğümle ıslatıp kuzular çiziyorum erhan'a gözükmeden, büyüklü küçüklü bir sürü camın önündeki güneşliğe, emniyet kemerine doğru. her yer kuzu olacak şimdi, hay anasını erhan görüyor yine de "adam ne yapıyorsun her yer kuzu olmuş, daha yeni temizlettim arabayı!" dudakları büyük büyük diyor, sakallarına değiyor köpüklü temizleme ve yerlere konulan oto yıkama kağıtları iyice.

"olsun abi" diyorum "takımlıca adamım ben, benden kıymetli mi?" sinirleniyorum içimden erhan neden kuzusunda kuzular sevmiyor, zaten kardeşini kurban etmeye gidiyoruz aynı buraya tükürdüğüm hayvanlar gibi. benden kıymetli mi üç beş göz arkası kulak önü görüntü erhan, saçlarımı da limonladım ekşi ekşi adamım ben.

"yok adam, hiçbir şey senden kıymetli değil de, bacımın düğününe gidiyoruz şunun şurasında. ya akrabaları getirmemiz götürmemiz gerekirse? nereye sığacaklar bu kadar kuzunun içinde?"

gözlerim açılıyor "hiii" diyorum kocaman, içime doğru nefes nefes korku dolu. "erhan hani düğünde oynayacaktım ben, söz vermiştin? nereye getiriyoruz götürüyoruz?" 

erhan vites değiştiriyor gergince, hep otomatik vites araba istemiş ama annesi işini kendi kendine yapan makineleri şeytan olarak gördüğü için erhan otomatik vites araba alınca bir yıl ona binmeyi reddetmiş. "şeytan işi şeytan içi!" diye bağırıyormuş arabaya doğru, araba kah kırmızı elma oluyormuş kah kavga eden iki israiloğlu mısır'a dönüşte. erhan da otomatik vites mandalina kızını -evet ona isim vermiş, bir meyve ismi kadar yüzeysel olsa da erhan'ın kendi ismini bile benimsemediğini var sayarsak ona gayet önemlice bir isim vermiş- satıp bu 68 manuel chevrolet'yi almış. şimdi kimse bu arabadan bahsetmiyor çünkü bilirsiniz sevmediğiniz kuzuları görmezden gelmek onunla baş etmede her zaman daha tercih edilesi bir yöntemdir.

"tabii ki oynayacaksın söz verdim sahne hep senin" diyor erhan vay be neredeyse nefessizce düşünmüşüm hızlı hızlı tekerlekler sadece arabayı değil nöron bağlarımı da götürüyor tam şu an olduğu gibi. "sen oynarken mesela, hanife abla gelse 'bizim oğlan kafasını çarptı çok ağlıyor bizi bir eve götürüver erhan' dese, zaten reddetmeyecek olsam ama bahanesi hazır olsa 'hakim eniştenlerle geldik ama onlar burada kalacakmış adam yaşlandı zaten karanlıkta süremez evladım' dese ne yapayım arabamdaki kuzularla adam sen söyle" 

düşünüyorum bir süre bir çıkar yol var mıdır diye, düşünürken işaret parmağımdaki nankör tükürüğün çoktan içeri çekiliverdiğini fark ediyorum. "allah cezanı... tükürüğümü kuruttun! kimse gitmiyor bir yere, benden önce kimse yoktu düğünün, araban, ben olmasam kurban edecek kardeşin de olmazdı!"

erhan bir eliyle ön koltuğa doğru süzülen kuzuları dağıtırken diğer eliyle araba sürmeye devam ediyor "tövbe estağfurullah, kim kimi kurban ediyor ya?"

limonlu saçlarımı düzeltiyorum hiç tükürük kalmamış elimle çok kızgın "biliyorsun benden sonra adlanıyor her şey, kurban tabii, kim varmış ben yanına düşene kadar da düğün diyecekmiş? bak oynayacağım erhan kaç yıldır oynamadım, allahım, kim bilir kaç yıldır oynamadım gerçekten."

kuzu, aman, araba ya da her ne haltsa zıplıyor birkaç kere, çizdiğim kuzular hep sağa sola düşüyor, allah cezanı... "adam buralar biraz engebeliymiş kusura bakma, tamam demiyorum hiçbir şeyine hiçbir şey, oyna çatlayana kadar." şükür erhan, en son bana biri bu kadar karıştığında peygamberdim.

arabayı oynarken, aman, park ederken koca bıyığının altından burukça gülümsüyor. bu gülümsemeyi nerede görsem tanırım, yani erhan'da nerede görsem, sırtında görsem bile tanırım. baba fotoğraflarına bakma sancısı gülümsemesi bu, bir gece çok kafası karışmış ağladıktan sonra su almak için annesinin yanından geçene kadar gülümsemesi bu. yıllar sonra takımlı, limonlu adam olup meydanlara çıkmıştım. çok mutluydum ama keşke erhan kardeşi için bu kadar üzülüyor olmasaydı, her balata olacağına varır çünkü.

"geldik değil mi erhan?" diyorum araba durunca, erhan'ın -hepsini söylemeyeceğim çünkü çok uzun- annesinin yanından geçene kadar gülümsemesi siliniyor.

"geldik geldik, sen acele et önden git istersen baksana oynamaya başlamışlar bile" telaşla dışarı bakıyorum ve gerçekten de rengarenk ışıklar o taraftan bu tarafa sokağı aydınlatıyor. her birinin nereye vurduğunu görmeye çalışmak o kadar zor ki, çünkü mor ışık önce genişçe çiftetelli oynayan dar elbiseli bir teyzenin kendinden emin yüzünü, sonra sokakta koşuşturup yerdeki konfetileri arkadaşlarından önce toplamaya çalışan telaşlı çocuğu, henüz oynamaya cesaret bulamamış ama sahneye çıktığı gibi ince topuklu ayakkabılarını çıkarıp gelin gelene kadar inmeyecek gibi görünen genç kızı, canlı müzik ekibinden kuru pastaları üçer beşer yiyip enstrümanını çalmaya devam eden -ki üflemeli bir çalgı çalıyor olsaydı ağzındaki kuru pastaların misafirlerin keyifleriyle birlikte kendi havasını da kaçıracağı çok belli- müzisyeni ve bir çoğunu aydınlatıyor. izlemesi bile buraya iyi ki geldim dedirten manzara bana hemen arabanın kapısını açtırıp sahneye koşturuyor, burası bomboş bir sokak olsa da koşacağım açık ama manzaranın içimde uyandırdığı coşku da tarif edilemez.

çıkıyorum rahatça oynuyorum yıllar sonra, bir oraya bir buraya büküveriyorum kendimi. bedenim özgürlüğünü ifade etmedikçe özgürlüğümün tutsaklığımdan hiçbir farkı yokmuş. soluğumu tutuyorum uzunca bir süre oynarken ama çok sıkılınca dışarıya hüfleyip rahatlıyorum hemen, omuzlarımı sallarken ölmeye yaklaşmanın bir tadı tuzu var gerçekten. oynayan kimse fark etmiyor beni parmaklarımı şıklatıyorum onlar gibi ama kimse görmüyor, birinin şıkırdayan parmaklarına benden başka kimse dikkat etmez zaten herhalde. diğer insanlara bakıyorum oynarken, uzun saçlı hanımların iri iri saç yumakları filin hortumunu büktüğü gibi kendini öne arkaya itiyor, kişniyor, gürlüyor, bir eğlence sunuyor. çeşitli meslek ve konumlarda, tek ortak özellikleri kellik ve gelinle akrabalığı olan amcaların enselerindeki katmanlar sallanıyor, kısaca herkesin her zerresi sahnede tasasızca oynuyor. yaşlılığımdan nefes nefese kalana kadar oynuyorum, aman ya, çekirdeklerim düşmüş oynarken, limon çekirdeklerim. kim bilir neredeler şimdi, hiç adamlığım da kalmadı, ekşi ekşi.

biraz durup çekirdeklerime bakarken ortalama bir anadolu düğünü profilinde oldukça beklenmedik bir protein bütünü görüyorum. kafam kadar kolları etnik desenlerle dolu bu adam sadece bir atlet ve şortla anlayabileceğim bir dilden konuşmuyor ama yine de bir şekilde anlıyormuşum gibi duruyor. gözünde güneş gözlüğü var, birini mi arıyor yoksa gerçekten bu kurbanın bir parçası mı anlamaya çalışıyorum. "kardeşim!" diyor sesi oldukça tok ancak kimse onu duyuyor gibi durmuyor. 

"kime dedin pardon?" diyerek yanına yaklaşıyorum biraz, erhan görüş açıma giriyor sol tarafımdan. doğru ya, oynarken erhan'ı tamamen unutmuşum. "kapatacağım bu sokağı kardeşim çıkın artık" evren kollarında örgü örgü proteinin, her an tozlarına bölünüp bütün evrene dönüşebilirmiş, daha da ilerisinde aslında en başından beri evrenin kendisi de olabilirmiş gibi garip bir kudreti var.

"bacımın düğünü var burada, sen kimsin de kapatıyorsun sokağı?" diyor erhan, ben de ekliyorum "bu kadar oynayan insan ne yapsın?" çünkü oynayan, henüz oynamamış ama oynamak isteyen ve benim gibi bu sokakta bıraksalar hüzünlü bir sona kadar oynayacak insanları belirtmek çok önemli.

"ne insanı kardeşim, boş bu sokak, ben de kendi partim için kapatıyorum burayı çekilin haydi" belli ki bu kudretli protein molekülü kimsenin sallanan eteğini veya mutlu yüzünü göremiyor, işin garibi onca eğlenen insan ve onları rastgele bir anda rastgele bir ışıkla aydınlatan ışıklar soluklaşmaya başlıyor. 

herif cebinden bir elma çıkarıp "yakalama!" diyerek bana doğru atıyor. ancak kuzum, aman, beynim herifin söylediklerini işleyene kadar refleks olarak elmayı yakalıyorum. elma avcuma düştüğü gibi gittikçe soluklaşan herkes büyük bir çığıltı eşliğinde yok oluyor, erhan dahil. erhan'ın 68 manuel chevrolet'si, bacısı, rengarenk ışıklar, savrulan kollar, limon çekirdeklerim, dünyalarında insanlar dahil.

"hayır." diyorum, "hayır!" diyorum "yine mi?" sokağın ilerisinde erhan'ın kuzusunu arıyor gözlerim, hayır; salt hiçbir özelliği olmayan bir sokak, bu şeytan ve ben dışında kimse yok artık.

"oldu mu?" diyor hâlâ pişkince "burası benim kardeşim, beach parti yapacağım burada" elmayı bir kenara atıp yumruklarımı sıkıyorum sinirle, elma bir esnafın kapanmış kepenklerine çarpıp korkunç bir ses çıkarıyor ve elma yerinde dursa da ses hiç durmadan yankılanmaya devam ediyor

"ama burada kum yok ki!" ne diyeceğimi bilemiyorum içimde dolup taşan öfkeden ve kulağımda çığıran elmadan.

"sanane kardeşim, senin de takımın yok kendine adam diyorsun" korkuyla üstüme bakıyorum ve üstümde hiçbir şey yok, ne takımım kalmış ne bir şey, saçlarımın ekşiliği zaten çoktan gitmiş. utançla yere eğilip olduğum yerde kıvrılıyorum, elmayı tutmam gibi büyük bir hata olan fırlatma eylemim de kulağımın her köşesine çarpıp iç kulağıma sonsuz yankıyla ulaşıyor, hiç bitmeyen bir hataya dönüşüyor. 

"burada sadece benim partilerime izin var artık" diyor gidip kendini hiçlikten ortaya çıkan akvaryumuna sıkıştırırken, sonra tanrı oluveriyor. kıvrıldığım yerde yavaşça varlığım silinirken, şaşırmamam lazım, ne de olsa her balata olacağına varır.

  • Gösterim: 2505